Görevini Yap!

30 Ekim 2008 Perşembe by Adv-Man


Merak etmeyin at&t markasının YellowPages hizmeti açıkhava reklamcılığında görevini yapmakla kalmıyor her zaman savunduğum fikri bünyesinde canlandıran boyutlu reklamcılıkla da hedef kitlelerini etkilemeyi çok iyi beceriyor. Diyeceksiniz ki sade iki iş için bu kadar övgü dolu bir giriş yapmak fazla abartı olmuyor mu?
Hayır, arkadaşlar hele ki açıkhava reklamcılığı gibi zor bir klasman da gerçekten sadeliğe bu kadar yaklaşıp, yaratıcılığı kaybetmiyorsanız bu bir başarıdır.

Biraz daha anlaşılabilir olmak için aklımdakileri size izah edeyim;
İlk olarak açıkhava reklamcılığı diğer mecra kardeşlerine nazaran daha sorunlu ve bir o kadar da anlatım zorluğu yaşayan en ezik mecradır. TV’de veya ilanda vermek istediğiniz mesajları görsel ve işitsel olarak daha etkili bir şekilde verebiliyorken, açıkhava reklamlarında ki özelikle bu tarz karayolu veya güzergah geçişlerinde daha zordur, vermek istediğiniz mesajları sınırlı alanlara, görsellere ve yazılara sıkıştırmak gerçekten insana kal getirebilir. Diğer bir handikap ise açıkhava reklamcılığının tüketiciler üzerinde fark edilme tepkisinin minimum saniyelerde olması. Sürekli hareket halindeki insanların dikkatini çekip onları reklamlara yönlendirmek, bir insanın gazete okurken sayfayı çevirmesinden, veyahut reklamların başladığı ilk 3 saniyeden itibaren zap yapmasını engellemekten daha zordur. Çünkü insanlar dışarıdayken ya bir noktadan diğerine gitmek için çaba sarf ederler ya da dediğimiz baskılardan uzaklaşmak adına kaçışıp dururlar. İşte bu noktada insanların kafasını kaldırıp dikkatlerini markaya yönlendirmek gerçekten zordur. Şapkadan tavşan çıkartmanız gerekmektedir.

E bunların üstüne bahsettiğimiz alan sıkışıklığı, kendini ifade etme çabaları da eklenince akıl almaz karmaşıklıkta işler, anlamsız bir sürü yazı ile anlatılmak istenen mesajlarla karşılaşırsınız.
Askerden sonra tatil amaçlı çıktığım seyahatte sürekli gözüm yollarda tabelaları takip etmekle geçti. İnanır mısınız, kıç kadar tabelaya destanlar sığdıran markalar gördüm ve gözlerime inanamadım. Düşünün bu birde 100 km yasal hızda seyreden araçların bulunduğu şehirler arası yollarda uygulanıyor. Tam bir komedi, reklam adına ise görevini yapamayan ölü bir pazarlama denemesi. Bu yazıdan sonra etrafınızdaki açıkhava reklamlarını inceleyin, araç içinde araç dışında fark etmez, hangi açıkhava reklamını tam anlamıyla okuyup, anlayabilecek, ya da dikkatinizi çekip az ama öz haliyle aklınız reklamı özümseyecek bir bakın.
Elle tutulur bir çalışma görürseniz söyleyin bana resmiyle burada yayınlayacağım.

Neyse size övgüler düzerek anlattığım bu reklamın tüm açıkhava reklamcılığının zorluklarına göğüs gererek, tüketicileri birer mutant olduklarını farz etmeden (auto focus özelliği olan gözler) mesajını fikriyle canlandırma küstahlığını göstermesi, hedef kitlenin markayı fark etmesi açısından olumlu bir başarıdır.
Tasarım aşamasında kullanmış olduğu bu boyutlardaki tabela ölçülerinin ona ayrıca bir avantaj yarattığına inanıyorum. Daha büyük tipografilerle kendini rahatlıkla anlatabilirken, çürümüş veyahut askıdan düşmüş canlandırmasıyla da yaratıcı fikrini “handyman”, “pest control” eklentileriyle dört dörtlük hale getirebilmeyi sağlamıştır.

Öğrenci arkadaşlarımızın dikkat edeceği nokta, açıkhava reklamcılığının zorluğudur. Sürekli hareket halindeki tüketicilerin dikkatini çekmek onlara saniyelik süreçler içerisinde markayı akıllarının bir köşesine itmek gerçekten beceri ister. Tabelayı yazılarla, imgelerle doldurmak hiçbir boka yaramaz. Eğer markanız imkan veriyorsa (ki vermiyorsa boşuna medya bütçesine açıkhava reklamı eklemenin alemi yoktur ) yaratıcı fikrinizi buradaki gibi canlandırılabilir bir şekilde gerçekleştirerek tüketicinin dikkatini markanıza çekebilirsiniz.

Filed under having 0 yorum  

Aklın Yolu Bir mi?

by Adv-Man










Evren üzerinde en şımartılan varlık olan biz insanlara bahşedilen “akıl” yetisi, aynı zamanda bu yetiyi kullanamama aptallığıyla ilginç bir tezata tekâmül ederken, kendince eksik güdük, yarım yamalak yönlerini örtmek amaçlı da boş durmayarak farklı felsefeler ortaya çıkararak kaçacak delik, söylenecek bolca boş sözler yaratmaktadır. Açıkçası bu boş mavraların en büyüğü de “Aklın yolu bir mi?” saçmalığıdır.

Benim açımdan bu yol hiçbir zaman bir değildir, sadece benzerlikler taşır. Fakat sonunda ayrıştırmayı gerçekleştirecek şeyin gene aklın kendisi olduğuna inanmaktayım. O yüzden olayı daha başta her anlamıyla çözümlemek bizi bu tür bahanelerin arkasında boş felsefeler yapmamıza engel teşkil edip bir manada ahlaki değer katkısı yaratabilir.(Böyle katkıya can kurban)

Kültürel farklılıklar, toplumsal davranışlar, örf ve adetler, aklın bir olmasından çok, doğal bir çeşitliliğin ortaya çıkmasına katkıda bulunur. Siz ne kadar belirli kurallar, formüller ve hesaplardan ilerleseniz de yaşadığınız toplumsal kültürden edindiğiniz deneyim ve davranışlar, aklın bir noktasında fikrinize zenginlik katarak “ÇEŞİT” kavramını ortaya çıkaracaktır. O yüzden akıl tek bir yolda birleşemez.
“Bunu bende düşünmüştüm” tabiri zaten toplumun ortak yaşam deneyimlerinden ortaya çıkar. O yüzden de ne sana ne bana özgüdür.
O fikir, yaşam havuzundan alınmış bir enstantanedir. Bu noktada dikkat yaratacak tek avantaj, sürekli yaşanacak kadar bilindik, fakat akla gelmeyecek kadar bilinmedik bir özelliğe sahip olmaktır. İşte reklamcılıkta yaşanan en rasyonel sorunlardan biriside budur. Yapılan işlerin “aklın yolu birdir” tesellileriyle okşanması. Bence bu laf, araklamanın, çalmanın, fikir hırsızlığı yapmanın legal hale getirilmiş en uç noktasıdır.

Yayınlamış olduğum çalışmaların bir diğeri olmadan oldukça iyi iş çıkartabileceğini, marka ile özdeşleşerek ürün faydasını zorlanmadan dikkat çekici bir ifadeyle hedef kitleye sunabileceğini söyleyebilirken, içlerinden birinin oyunu kurallarına göre oynamamasından kaynaklanan “aklın yolu birdir” yalanıyla durumu bok etmesini kabul edemiyorum.
Verilmek istenen mesajlar bu kadar farklıyken, tasarım aşamasında nasıl bu kadar benzerlikler taşınabilir hayret.

Öğrenci arkadaşlarımız yanlış anlamasınlar, bu çalışmalar hedef kitle üzerinde işlerini oldukça iyi yapmaktadır. Her iki iş, problemleri ve çözümleri doğrultusunda oldukça eğlenceli ve dikkat çekici bir nokta yakalamışlardır. Fakat buradaki sorun her ikisinin de önerme içerisinde aynı yaratıcı fikri benimsemeleridir ve bu ciddi bir sorundur.
Düşünsenize haspel kader çalışmaların aynı dönemdeki medya planlamaları içersinde yer aldığını; inanılmaz bir marka, inanılmaz bir ürün-fayda karmaşası.
Neyse en azından iki markanın da böyle bir medya planlamasıyla karşı karşıya kalacak kadar amatör olabileceklerini düşünmek istemiyorum. O yüzden bu çalışmaların tekilden ziyade genel olarak değerlendirilerek reklamcılık boyutunda “aklın yolu birdir” şeklinde araklamanın felsefe olarak tanımlanmaması gerekliliğini kısacası bir kulp bulmaktan ziyade “hım, benzer mi oldu” o zaman fikir çöpe gider cesaretine sahip olmanın faydalı olabileceğini düşünüyorum.

Filed under having 0 yorum  

Fenni Sünnetçi Sunullah’a Dişli Rakip!

20 Ekim 2008 Pazartesi by Adv-Man


80’li ve 90’lı yılların vazgeçilmez ismi, açıkhava reklamcılığında farklı bir marka algısı yaratan nadide mihenk taşı ve her şeye rağmen şehir efsanesi ötesine geçememiş ünlü sünnetçi Sunullah Canyakmaz; reklam çalışmalarını yaratıcı bir ajansa devretmiş akabinde yapılan işler doğrultusunda medya araştırması yaptırmış çok dişli bir rakiple, İsmet Dural ile karşı karşıya :)

Tabi yıllarını bu mesleğe adamış, fikir bazında ilkleri gerçekleştirmiş, mali sıkıntı ve dönemin imkansızlıklarından dolayı çöp kutusu, direk ve trafoların ötesinde üst bir mecraya geçiş yapamamış, ismini korkarak, görüntüsünü ise psikopat bir kasap olarak düşlediğimiz sünnetçi Sunullah, her ne kadar kendisini unuttursa da, ismini bir marka idolü haline getirmesiyle kalbimizdeki yerini kimseye kaptıramaz. Rakipleri de bu gerçeğin farkındalar ki daha iddialı olmak ve birazda günümüzün mecra çeşitliliğini fırsat belleyerek dikkat çekmenin ötesinde gerçekten eğlenceli konseptlerle yaratıcı fikrin hakkını verecek işlere imza atıyorlar.
İsmet Dural adlı sünnetçimizin hem mesleğini hem de işleyiş şeklini esprili bir tasarımla sunması buna örnek olarak gösterilebilir.

Gerçekleştirilen çalışmanın tasarım aşamasında çok dikkat çekici olduğunu söyleyebiliriz. Klasik kupon sisteminin, çizilen ilistrasyon ile mesleğin ana fikrini anlatabilmesi gerçekten çok leziz olmuş. Hedef kitlenin dışında reklamı gören herkesin yaşadığı deneyim, kişinin bir senaryonun içerisinde yer almasını, çalışmanın ise çok boyutlu olmasını sağlamıştır. Fark etmek, kavramak, eğlenmek, ve markayı sahiplenmek çalışmanın güzergahı haline gelmiştir. Kartın, cüzdana konulan aşamaya kadar bile tek başına kendini anlatabilen bir senaryoyu canlandırabilmesi tasarımın adeta başarısı olmuştur. Özellikle bu tür mesleklerde güven ifşa edebilmek adına yapılan açıklama bombardımanlarına ihtiyaç duyulmaması, bence özgüvenin bir işareti olarak da ilginç bir psikoloji yaratmıştır. Tipografik olarak gerçekten hoş bir tasarıma sahip olan çalışma, kendine has senarize bir boyut yaratması ile gereksiz açıklamaların yapılmasına mani olmuş, hatta kartı alma noktasındaki basitliği ile algıda sünnetin bu kadar kolay bir işlem olduğuna inceden dokundurmuştur.

Açıkçası artık Sunullah Bey’in mecra seçimlerini çöp kutularından çıkararak sahalara tekrar geri dönmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabi emekli olmadıysa :)

Filed under having 0 yorum  

Çok Bizden!

15 Ekim 2008 Çarşamba by Adv-Man


12 Nisan 2008 günü sevdiklerimin arasında beni askere uğurlayan bir şeyin daha olduğunu anladım. Hayatımın üniversite dahil 9 senesini beraber geçirdiğim, kimi zaman deli gibi sevdiğim kimi zaman ise dış etkenlerden dolayı kavga edip darıldığım, ama her defasında birbirimizin gönlünü alma konusunda hiç tereddüt etmediğim, zaman, zaman nazlanmasını, an gelip bana sürpriz yaparcasına zihnimi açarak kendini bana karşı ateşlemesini, sabahlara kadar beraber ofis koltuklarında uyuklayarak geçirdiğimiz romantik anları, cebimde beş kuruş kalmasa da ona karşı hissettiğim tutkunun verdiği güçle yollara düştüğüm, aşırı kıskandığım, gereksiz yere ona ulaşmaya çalışanlara kıl olduğum, mesleki sevgilim (kız arkadaştan laf yememek için korku ile harmanlanmış yeni bir terim) “Reklam” ı anımsadım.

Askerliğin ilk günleri yokluğu biraz acı veriyordu. Görsel yok, görüntü yok, müzik yok, slogan yok, başlık yok. İmkanları zorlasanız da kumandaya ulaşamamanız, 60 kişiye “ya bir reklamlara baksaydık” bare diyememeniz ve akabinde şimdi durduk yere “arkadaş deli galiba” damgası şeklinde tabip teğmene yaka paça götürülmemeniz için bu durumu bir şekilde kabulleniyorduk. Gazeteyi hiç sormayın, zaten hatun resmi bol olanların dışındaki diğerleri size gelene kadar parçık, pinçik olup cam silmenin ötesine geçemiyorlardı. İşte bu ayrılık döneminde nasıl olduysa halkın çoktan kahramanı olmuş sarı çizmeli Mehmet Ağa ile karşılaştık. Tam “dur kardeş değiştirme diyecekken” ilginç bir şekilde ahalinin reklamı izlemeye koyulduğunu gördüm. O an ayrılığımızın sürpriz bir biçimde sonlanmasına mı, uzun bir aradan sonra böyle etkili bir reklamla karşılaştığıma mı, yoksa potansiyel hedef kitlenin reklamı keyifle ve ilgiyle izlemesine şahit olmama mı sevineyim bilemedim. İlk defa bu kadar geniş bir toplulukla canlı, canlı reklamı değerlendirme tecrübesi yaşadım ve işin en ilginç yanı Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, artık askeri gazinoda bir fenomen, bir abi, bir reis, bir delikanlı olarak anılıyor ve saygı görüyordu. :)

İzlenimlerime göre ilk ana düşüncemin “çok bizden biri” olduğuydu.

Kahramanımızın konumundan, toplumun kemikleşmiş sorununa, alacakların davranışından, mutlu sonda kazanılan gurur ve rahatlamanın verdiği hafifliğe kadar senaryonun her anı anne ve babalarımız zamanından beri süregelen borçlanma olgusuna bir “dejavu” yaşatıyordu. Her ne hikmetse bu “dejavu” hala sonlanmadı.

Neyse, bahsettiğimiz bu uzun süreli ve daimi gözüken sorunun canlandırılması, durumun en çok senarize edildiği Yeşilçam dünyasında, bir Kemal Sunal klasiğini andırıyor, prodüksiyon tekniği ile bu tada daha da çok yakınlaşıyordu.
Türk insanı Yeşilçam’ın sürekli maddi sorunlarla boğuşan, sevgilisini zengin futbolculara kaptıran, kavanozdan iki zeytin fazla aldı diye peder bey’den şamar yiyen, bütün esnafın alacak defterinde en üst sırada yer alan kahramanına saygı duymuş, onu her zaman kendine daha yakın görmüştür. Senaryo bazında oluşturulan reklamında hafif bu havayı vermesi gerçekten halkın içinden gelen bir problemin gene halkın içinden gelen bir karakterle bütünleştirilmesiyle izlenme oranını yüksek tutuyor. Prodüksiyonun reklam üzerindeki artısı ise reklam gibi durmamasını sağlamasıdır. Öğrenci arkadaşlarımızın bu hususa ayrı bir önem vermeleri gerektiğini düşünmekteyim, zira reklam kokmayan hareketler izleyiciyi kendine daha çok çekmekte ve izlenebilirlilik oranını daha fazla arttırmaktadır. Tabi buda psikolojik olarak markanın algılarda daha fazla yer edinip, ihtiyaç halinde birden tozlu sinirlerden fırlayıp akla düşmesine neden olmaktadır.

Kullanılan müziğin reklamın ilk parlama noktası olan Sarı Çizmeli Mehmet Ağa bestesinden esinlenerek ortaya çıkartılan yaratıcı bir fikir olduğunu düşünüyorum. Tabi kahramanın farazi bir giyim ile canlandırılması işin esprisini meydana getirmiş. (Son zamanlarda özellikle bayan bot modasında bahçıvan tarzı dediğimiz bu çizmelerin oldukça popüler olduğunu görmeye başladım) Oyunculuk anlamında zaten üstatlarımızın sergilediği ve senaryoya en çok yakışan tiplemeler olarak gösterdikleri performanslar, mükemmel. Söylenen metinlerle beraber senaryo akışında canlandırılan borçları kapama bölümleri, hedef kitleyi ekrana kitleyecek kadar eğlenceli olmuş. Benim ve askeri gazinodaki arkadaşların en favori sahnesi, bakkalın koltuk altına tavla ile paranın sıkıştırılmasıydı. E, bu akıcılıkta ilerleyen senaryonun da bir o kadar eğlenceli bir sonla bitmesi gerekirdi ki buda biraz Moonwalker, hafif breakdance figürleriyle borçlardan kurtulmanın verdiği kibirli gurur ifadesiyle çözümlenmiş. Abartmak gibi olmasın ama bu sahnede gülüp, aynısını yapmaya çalışan adamlara bile şahit oldum :)

Uzun zamandan beri ilk kez bu kadar hedef kitleyi kendine yönlendiren, mesajlarını, durumlar doğrultusunda bu kadar iyi harmanlayıp senarize eden bir banka reklamı görmemiştim. Açıkçası Bonus’un kalıplaşmış reklamlarından sonra Cardfinans’ın renk kattığını söyleyebilirim. (Bonus, bankacılık sisteminin her parçasına rahatlıkla monte edilebilen en büyük ve en uzun soluklu pazarlama kampanyasıdır)

Yalnız bir nokta vardır ki bu ne reklamcıların, ne de biz tüketicilerin suçudur. Maalesef öyle bir dönemde ve öyle ilginç bir ekonomik sistemde yaşıyoruz ki, borcumuzu borçla ödeme noktasına gelmişiz. Mevcut ekonomik politikalar, tüketici bazında, insanların eldeki hazır paritelerinden ödeme yapmalarını imkansızlaştırmış, onun yerine bankaların birer nakit kaynağı olarak algılanarak bitmeyen bir toplumsal borçlanma döngüsüne neden olmuştur. Eskiden maaşlar borçları kapatır, elde avuçta ne varsa onunla geçinilmeye çalışılırdı. Ha bunun üretim ve tüketim bazında talep oranlarına etkisi farklı olabilir, rekabete ve fiyat iyileştirmelerine olumsuz sonuçlar doğurabilirdi. Fakat gel gelelim sürekli borçlanan insanlar zincirinde biriken kredi tutarlarının bir balon gibi şişerek patlama noktasına gelmesi, insanları geleceğine dair DEĞİL, günü yaşamalarına sebebiyet veren acı bir duruma düşmesine sebep olmaktadır. Günümüzde borçlar yeni alınan borçlarla, o borçlarda, eldeki paralarla ve daha sonra gene borçlanmalarla devam etmektedir.

Yani lotoyu vurup faiz yemediğiniz sürece bu çarkın ve bu reklamların ana kahramanı olmaya daha çokkk devam edeceğiz.

Filed under having 0 yorum  

Provokatör Sam Amca!

13 Ekim 2008 Pazartesi by Adv-Man











Kapitalizmin buram, buram yeşerip dallanıp budaklandığı zamanlarda devletin birer savaş neferi olarak parmağını Azrail’in orağı misali uzatarak kendine ölümlü seçen bu şahsiyet, reklam tarihinin yaratmış olduğu en ünlü, en günahkar, en kanlı ve en etkili marka yüzü olmuştur. Aslında o, kendisine verilen görevi en iyi şekilde yerine getirerek milyonlarca insanı “beyaz, buruşmuş kıçının” peşine takarak o kıta senin, bu kıta benim yeterince süründürmüştür. Yalnız gel gelelim duruma provokasyonun ve bunun kitlelere sunumundaki reklamın gücü olarak bakarsak azımsanmayacak kadar geniş bir etki yarattığını söyleyebiliriz. Aslında yayınladığımız örnekleri daha eskilere de götürebiliriz. 1. Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğuna karşı, Ortadoğu ve Balkanlar’da yürütülen savaşlarda gerçekleştirilen ve özellikle basın organlarında işlenen karikatüristik propaganda çalışmaları, ittifak kurmaya kararsız ülkelerin yanı sıra orduya gönderilecek insanların üzerinde de inanılmaz bir karar verme süreci yaşatmıştır. Tabi bu işe stratejik açıdan baktığımızda bunda yanlış bir şey göremeyiz. Zira propagandanın bir amacı da, hedefler doğrultusunda salt çoğunluğu elde etmektir. E, bu durumda kullanılan her türlü kitlesel çalışma, en üst yırtıcılıkta ve en damardan olmak üzere oluşturulmaktadır. Çünkü devletler en kısa yoldan, en yargısız ve sualsiz bir biçimde kendi menfaatleri doğrultusunda savaşan bireylere ihtiyaç duymaktadır.

İşte, Propaganda bu ihtiyacı gidermektedir.

Görmüş olduğunuz ilan ve poster çalışmaları 2.Dünya Savaşı (1939-1945 ) zamanında Amerika Birleşik Devletlerinde kullanılan tipik askeri propaganda çalışmalarıdır. Bunların içerisinde en nam salmış olanı tabikide yazımıza girizgah olma şerefini yakalamış Uncle Sam’dir. Edindiğim arşiv içerisinde yaptığım araştırma sonucunda Amerikan halkının savaş boyunca inanılmaz bir mesaj bombardımanına maruz kaldığıdır. Gerçekleştirilen propaganda çalışmalarının toplum içinde birlik yaratma duygusunun canlı tutulmasına, aynı zamanda askeri üretime ayrılan ek güç ihtiyacının karşılanmasında hassasiyetle durduğu gözlemlenebilir. Reklam mesajları açısında kesin bir dil kullanılması ve içeriğin olabildiğince basitleştirilmesi, ilan ve posterlerin hedef kitlesini okumayı bilen her yaştan insan olarak belirlendiğini göstermektedir. En basitinden 3.posterimizdeki propaganda amaçlı vahşileştirilmiş bir Uzakdoğulu askerin durdurulması bile, çocuk kitlenin üzerinde koşullar dahilinde inanılmaz bir psikolojik etki bıraktığı söylenebilir.
Çalışma olarak beni en çok etkileyen iş, en son posterdir. Tipik Amerikan acıtasyonunu içerisinde barındıran çalışma, masum, zavallı sivil halkın üzerine çöken canavar ve onu “çek o pis ellerini zavallı, masum insanların üzerinden” şeklinde destekleyen ve posterin basit ama en etkili görseli olan uzun tırnaklı hilkat garibesi ellerin tehditkar duruşu ile imgelenmesi, ürpertiye ve aktif geri dönüşüm yaratacak korkuya sebebiyet yaratmıştır.

Çalışmaların görsel yönleri, toplumu korkunun baskısıyla etki altına alarak tepkime sürecine yönlendirmek ve her bireyin cephe dışında dahi savaşa ABD tarafından katılımını sağlayarak en basitinden yediği yemeğe, ürettiği sebze meyveye kadar tasarruf ve üretim manyağı olmasını sağlamaya çalışarak görev bilinci edinilmesini sağlamakta. Elimdeki arşivi incelediğimde; ordu içinde işe başlama, ordu içinde görevini en iyi şekilde yerine getirme, savaş toplumundaki bireylerin görev bilinci ve davranışları (ajanlara karşı), Amerikan rüyasının yaşatılması gibi kategorize edilebilecek binlerce çalışma örneği, dönemin reklamcılarının en büyük müşterisinin ordu olduğunu göstermekte. İnternetten yaptığım genel bir araştırmada ise, gerçekleştirilen yüzlerce çalışmanın, ordunun kendi bünyesinde bulundurduğu departmanlar tarafından düzenlendiğini, fakat daha sonraları işin ajans boyutuna geçerek, ordunun brief sunan reklamveren konumunda yer aldığını göstermekte. Zaten şu an bile örneklerine rastlayacağımız çoğu ordu, hem personel edinme hem toplumsal destek yaratma, hem de algılarda yer edindikleri negatif düşünceleri pozitife döndürme açısından sürekli reklam ajanslarıyla beraber dirsek çürütmektedir.

Bence öğrenci arkadaşlarımızın dikkat edeceği nokta; reklamın sadece üretim ve tüketim toplumuna değil, aynı zamanda onu koruyan siyasi ve askeri güce de hizmet ettiği gerçeğini fark etmeleridir.

Filed under having 0 yorum  

Akbank kendi kendinden ibret almalı!

10 Ekim 2008 Cuma by Adv-Man

Hadi biz insanları anladım; doğamız gereği arzu, istek, tutku ve hedeflerimiz doğrultusunda sürekli olarak değişime, farklılığa, kararsızlığa hatta tam anlamıyla dengesizliğe mazur kalabiliyoruz. Peki, bazı markaların bu tutarlı dengesizliği nereden gelmektedir?
Hayır, onlarında hedeflediği karlar, hedef kitleler, cirolar var ama en nihayetinde bunlar insani duyguların dışındadır. Hatta biraz daha açarsak yapabilecekleri DENGESİZLİKLER onlara ciddi bir biçimde pahalıya patlayabilir de.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Akbank’ın şu ana kadar izlediğim en iyi reklamı; güzel senaryo, kaliteli prodüksiyon, eğlenceli müzik, uyumlu slogan”.

E,bende onu diyorum ya!
Size aynen virgülüne kadar katılıyorum ve üstüne diyorum ki; madem yaratıcılık aşamasında farklı bir işe imza atıp, bunu her parçasıyla uyumlu hale getirebiliyorsunuz, o zaman neden, neden geçen yıllarda yayınladığınız kurumsal ve sigorta reklamlarınızda sürekli bir esinlenme halindeydiniz?

Bakın, demek ki ne markanın nede ajansın böyle bir imaja ihtiyacı varmış. Şurası bir gerçektir ki, dışarıdaki insan bizim bildiklerimizi bilmiyor; ona göre yapılan çalışmaların hepsi ilgi çekiciydi ve mütemadiyen bu reklamlar sayesinde bankacılık sektöründe Bonus’dan sonra en çok konuşulan ve tercih edilen banka olma hedefi de yakalanmış olabilir, ama gene de kendi sektörümüz açısından baktığımız da rahatsız edici bir tahta kıymığın olduğu da bir gerçek.
Her zaman kötü olan şey akılda daha kalıcı bir yer edindiğinden markalarında bu konuda daha hassas davranması gerekliliğine inanıyorum. Şu an bile durup yoksa buda diğerleri gibimidir diye ister istemez kendi kendime eyyam yapıyorum.
Neyse
Çalışmanın genel olarak içeriğine baktığımızda, İstanbul’da gerçekleştirilen ve artık Jazz müziğiyle klasikleşmiş bir hale gelmiş, kurumsal halkla ilişkiler bakımından hem gösterdiği istikrar hem de topladığı kitlelere enfes müzik ziyafeti sağlayan Akbank markasının şehir ile bütünleşmiş festivalinin, şehir tarafından da artık KABULLENİLDİĞİNİ anlatan akıllıca bir senaryoyu görebiliriz. Şehrin kendi özüne ait caddelerinin, yol çizgilerinin, elektrik hatlarının, apartman bacalarının Jazz melodileri ile uyumlu bir beraberlik göstermesi artık İstanbul’unda Akbank Jazz Festivali ile şen bir beraberlik içine girdiğini anlayabiliriz. Açıkçası bu tür kurumsal halkla ilişkiler projelerinde reklam bazında en etkili ve en hedef kitlesine ulaşan markanın Akbank olduğuna inanıyorum. Zira önceki festival çalışmaları da kendinden oldukça bahsetmiştir. Öğrenci arkadaşlarımızın buradan çıkaracağı en güzel ipucu, istikrarlı bir kurumsal pr projesinin, kitleler üzerinde bıraktığı etkinin pozitif yönde, tanıtım açısından da yaratıcı ve bir o kadar izlenebilirliği fazla çalışmalara itici güç olabildiğini fark etmeleridir. Marka ile uyumlu, tanıtımı senaryo akışındaki yaratıcılıkla güçlü bir proje hiçbir zaman eli boş DÖNMEZ.
Reklam içerisinde geçen sahnelerin, müzik ile gerçekleştirdikleri uyum, tam anlamıyla bütünü izletebilen özelliğe sahip. Prodüksiyon açısından az fakat öz, temiz bir iş yapıldığı da görülebilir.


18.Akbank Jazz Festivali reklamının her basamağıyla başarılı bir çalışma olduğunu düşünüyor ve ekliyorum; ya kendi kendinizi örnek gösterin ya da ibret alın !!!!

Filed under having 0 yorum  

Tık, Tık, Tık! Hayat; Geri Döndüm!

9 Ekim 2008 Perşembe by Adv-Man


Hani reenkarnasyon olarak adlandırılan efsanevi bir fizik, ruh hatta din ötesi bir hayat üstü durum vardır ya, sanırım biz bu tecrübeyi zaten baş edilen hayatlarımızda sıkça değişik bir versiyonuyla sürekli yaşamaktayız. İlginç gelebilir ama biz insanlar sürekli olarak farklı kimliklere, farklı meslek ve gruplara hatta toplum ve ülkelere bir şekilde kanalize oldukça bu terimi fazlasıyla ve en derininden canlı hayatımızda yaşamaya başladık. Düşünün, lüksümüze bakın ki bunun için ölmemiz gerekmiyor. Açık konuşmak gerekirse hayatımız içinde yaşadığımız uzun veya kısa vadede gerçekleştirdiğimiz sorumlulukların, bize farklı yaşamları, hayat tecrübelerini, renkleri, acıları hatta ve hatta kişilik olarak yeni bir psikoloji, yeni bir karakter, yeni bir mantık dahilinde tekrar programlanabilme durumunu yaşatması bir nevi reenkarnasyon’un aslında hayatın içinde olduğunu ve yaşandığını bize açıklıkla gösteriyor.
Tabi bunun içinde hayatlarımızın teknoloji vasıtasıyla her şeyi kısmen olarak elde edebilme gücüne de bağlayabiliriz. Ya da daha da kolaylaştırabildiğine.

Evet, arkadaşlar bence biz insanlar kendi istek, arzu, ihtiras duygularımızın yanı sıra sosyal ve toplumsal sorumlulukların bizlere kazandırdığı yenilikleri veya yeni yaşam durumlarının birer reenkarnasyonunu yaşıyoruz. Benim için askerlik tam olarak böyle bir kavramdı. Ve şunu anladım ki biz bunu askerlik vb toplumsal sorumlulukların dışında her daim yaşıyorduk. Bir meslek değişimi, yeni bir sosyal grup, farklı bir cemiyet, uzak bir kıtada başlanılan hayat bunların hepsi hayatın birer reenkarnasyonu, yeni bir sizden biri.

Alttaki yazımda size zaman kavramının aslında bu yazının ana fikri olacağının bir ipucunu vermiştim ama aslında büründüğüm bir karakterin yazının asıl noktası olacağını hiç düşünmemiştim. İşte bu fikir süzgecimin içinde büründüğüm karakterle, yani yeni benden biri ile zamanı ilginç bir şekilde hayat karelerime montaj yaptım.
Askerlikten önceki hayatımda zamanın akışına her daim düşman oldum, atan her dakikanın, takvimde değişen her tarihin hatta ve hatta doğum gününden nefret eden dünya üzerindeki nadide insanlardan biri olarak zamanla aramın önünde hep bir set bulundurdum. (Biliyorum ki o, seti yıkan yüce tepegöz Kiklop olmaktan vazgeçmedi ve her zaman da yıktı şerefsiz!)

Fakat gel gelelim bir gün onunla sıkı fıkı olacağımı, her gün yapraklarını özenle çevireceğimi, hayatımdan götürdüğü dakikaları büyük bir mutluluk ve olgunlukla karşılayacağımı hatta bunun için onu kutlayabileceğimi; kimi zaman yavaşladığını düşündüğüm anda “Ne duruyorsun, hadi al hayatımdan bir günü daha tembellik yapma” diye azarlayabileceğimi hiç aklıma getirmemiştim. Zaman her geçen dakikasında Kiklop karakterinden çıkıp bir Hercül’e dönmeye ve en yakın dostum olmaya tıpkı bir kurtarıcı moduna girmişti. Tabi insanoğlu biraz yanar dönerdir. Kimi zaman biraz mantığımı zorladığımda önceki hayatımdan Kerem çıkıp “ulan Zaman; bu kahpelik yapılır mı bana? Beni öyle bir hale getirdin ki şimdi sana muhtacım ve yalvarıyorum. “derdim. Hayatımdan çalmasına karşılıksız kalıyor; geçen tarih yapraklarına mı, yoksa ömrümden giden insani bağlıklarımı (aile, sevgili, meslek, sosyal hayat) eksik yaşamama mı ağlıyım diye içten içe gözyaşlarımı damarlarımda gizli, gizli akıtıyordum. Evet, Zamanla aramızda dengesiz bir beraberlik, aşk ve tutku yaşıyorduk ve onun elinin her zaman güçlü olduğunu biliyordum. Beni mutlu etmeyi her attığı günde sağlıyor, koca bir hafta bittiğinde sanki onunla mükemmel bir sevişmenin hazzını bana tattırıyordu.

Şimdi durum nedir diye merak ediyorsanız; şunu söyleyebilirim ki aramızdaki ilişki bitti. Yalnız dua ediyorum ki gene beni kendisine muhtaç bırakmasın……

Filed under having 0 yorum