Portekiz Taksi Federasyonunun alkollü araba kullanımını engellemek için düzenlendiği, toplumsal dikkati tetikleyecek güzel bir çalışmasını görüyorsunuz. Amaç oldukça açık. Fakat kazanımlar oldukça fazla.
O yüzden amaçtan ziyade kazanımlar hakkında konuşmak istiyorum.
İlk olarak taksi federasyonunun böyle bir toplumsal sorumluluğu akıl etmesi kutlanacak bir şey. Çünkü alkollü araba kullanımı konusunda yetkililerin ve devletin en önemli tavsiyesi gidilecek mekanlara ulaşım olarak taksilerin tercih edilmesi yönündedir. Bu bağlamda yapılan işlerin çoğu tavsiyeden öteye gitmemiş, TRT tadında yoğun bir sıkıcılık benimsenmiştir. İşte bu yüzdendir ki Taksi Federasyonunun böyle bir işe girmesi, olayı devletin sıkıcı tek elinden alınmasına ve daha yetkili, deneyimli bir kurumun bakış açısıyla şekillenmesine vesile yaratmıştır.
Kısacası Samimiyet Oluşturulmuştur. (Taksiye binmeyi, taksiciler öğütleyecekti)
Bunun hakkını vermek içinse gerçekten farklı bir işe imza atmalı, klişelerin dışında bir tarz benimsenmelidir.
İzlediğiniz gibi çalışmanın uygulanacağı pilot bölgeler barların bulunduğu sokaklarda geçiyor. Barları ziyaret eden insanların arabalarına oldukça basit düşünülen kartondan taksi levhaları yerleştiriliyor. Bir yüzünde “taxi” diğerinde ise ulaşabileceğiniz taksinin numarası ve bilgilerini görüyorsunuz.
Düşünün arabanızla bir mekana eğlenmeye gidiyorsunuz. İçip, içip sıçıyorsunuz ve biraz ayılıp arabanıza gittiğinizde üstünde taksi levhası görüyorsunuz. Dikkat çekici bir durum ve otomatikman bilgileri okutturacak bir bahane. Ha tabi Türkiye’de bizim insanlarımızın üstünde nasıl bir etkisi olur bilemem :) “O ne lan arabanın üstüne bir şey koymuşlar a.q” şeklinde başlar daha sonra okumayı çalışılır. “hadi lan 15 dk evdeyim. Arabam varken taksiye paramı verecem sittirin lan” şeklinde kendinden emin bir halde direksiyona geçilir. Bu ve bunun gibi insanların arabalarının yerinde yeller, yerde ise bizim kartonlardan koca bir dağ oluşur. Yani iş İstanbul’u kirletmekten başka bir boka yaramaz.
Neyse Portekiz’e dönersem çalışmanın okunması uygulamadaki yaratıcılıkla pekiştiğinden mükemmel sonuçlar doğurmuştur. Genel olarak ülkenin her bölgesinde gerçekleştirilen çalışma, efsane haline geldiğinden basın yayın organlarında bir haber niteliği kazanmıştır.
O yüzden reklam kampanyalarımıza biraz daha gerilla taktikleri uygulamalı, farklı şekillerde insanların karşısına çıkmalıyız.
Geleceğin reklamcılığı bence bu tür gerilla tekniklerine daha çok ihtiyaç duyacaktır. Çünkü rahatsız edici bir baskı yaratmaz, umulmadık zamanda karşınıza çıkar, kimi zaman en ihtiyacınız olduğunda kimi zaman ise en garip durumda sizi bir gerçekle ya da eğlence ile karşı karşıya getirir. Kısacası süpriz olan her zaman etkileyicidir.
Bu tarz işler bir TV’nin yapacağı etkiden daha fazladır ve her zaman haber olma şansı daha yüksektir.
Zaten videonun sonlarında sonuçları görebiliyorsunuz. Sayısız haber sitesinde yer almak kafadan bu işin başarılı olduğunu gösterir. Bu işi birebir yaşamış insanların dışında dışardan bu tecrübeyi edinmemiş kişileri de haberdar edebilmek ve bunun ajansın dışındaki etmenler tarafından gerçekleştirilmesi daha ne söyleyeyim işte cirlop, cirlop.
Taksi Federasyonundan Gerilla Çalışması
İlanda Tasarım Her şeydir!
Fikir zayıf olsa bile ilanı etkili kılan en önemli unsurdur.
Tıpkı bu ilan çalışmasında olduğu gibi.
Fikir Brezilya usulü bir serinlemenin biraz daha heyecanlı olduğunu anlatmaya çalışıyor. E, malum memleketin bayanları gerçekten dikkat çekici ve seksi. Bunun için Rio Karnavalının görüntülerini izlemek yeterlidir. Ajans da bu durumu bildiğinden serinlemeyi Brezilya’nın bayanlarıyla daha heyecanlı anlatabileceğini düşünmüş.
Bence etkili de olmuş.
Ama burada en önemli nokta kadını bir obje olarak kullanarak nasıl etkili bir Brezilya havası oluşturulacağıdır? Çünkü kadını ehtik açıdan değersiz bir resim, aşağılayıcı bir tavırla sergilememek gereklidir.
Çalışmamız tamda bu sorunların içerisinde çok renkli ve eğlenceli bir fotoğraf manipülasyonu ile işin içinden sıyrılıyor. Kadın bedeninin farklı noktalarını kullanarak dövmeler üzerinde renkli serinleme hikayeleri yaratıyor. Ve çalışma fikrin zayıf eksikliğini güzel bir uygulama ile dikkat çekici hale getiriyor.
Ben çok sevdim. Özellikle hepsinde bir hikaye olması olaya daha da Brezilya’lık katmış.
Çalışmayı reklam veren tarafından incelersek, doğru bir brief verdikleri her hallerinden belli. Ama burada özenilecek nokta ajansın yaratıcı grup departmanının serbest bırakılmasıdır. Ürünün enerjisini bu tarz bir anlatımla tasarlamak gerçekten bu rahat psikolojinin bir sonucudur diye düşünüyorum.
Bu arada eklemeden edemeyeceğim ajans Brezilyanın popüler etiketlerini çok yerinde kullanmış buda mesaj ile birlikte mükemmel bir uyum sağlamış. Güzel vücutlu bir bayan, Brazillian Bikini ve Bronz Ten.
Grafik tasarım okuyan arkadaşlarımız için güzel bir yaratıcılık örneği.
Bu Reklamı Ayakta Alkışlarım!
Başlığı okuyup videoyu izlemeye koyulanlar ilk başta şaşıracaklar, fakat bitirdiklerinde ise benimle aynı görüşte olacaklarına hem fikirim. :)
Ama ondan önce,
ilk olarak yeni bir etiket altında gerçekleştirdiğim “retro” bölüm hakkında size ufak anekdotlar aktarmak isterim. Bu bölümde yerli ve yabancı olmak üzere eski yıllarda yayınlanmış reklamları değerlendireceğiz. Tabi değerlendirme açımız bugünün teknolojisi, alışkanlıkları ve değerleri üzerinden değil; hatırladığımız kadarıyla olan dönemin koşulları üzerinden olacaktır. Zira bu bakış açısına sahip olmadan herhangi bir yorum yapmak olayın vahametini, bu yazıyı yazanın aslında bir bok bilmediğini gösterir. Aynı zamanda elimden geldiğince yapılan işlerin hangi ajans tarafından yapıldığını da vermeye çalışacağım (bu biraz zor olacak açıkçası ama deneyeceğim).
Evet, hayırlı uğurlu olsun diyerekten yeni bölümümüzün ilk reklamı olan Deo Parfümlü Alo ile başlıyoruz.
Yıl 1986.
Kabare, Maksim ve Kadınlar Matinesinin en yoğun yaşandığı dönemler. Kitlelerin duvar afişlerinden takip ettiği, Caddebostan Maksim’in ışıltılı billboard’larından keşfettiği, zenginlerin renkli televizyondan izlediği, fakir fukaranın ise siyah beyazla yetindiği o efsane şarkıcıların en parlak en dorukta olduğu zamanlar. E, TRT o zamanlar akıllı (nede olsa imamlar tarafından yönetilmiyordu) mükemmel eğlence prodüksiyonlarıyla bu durumu bir avantaja çevirip ünlü konuklarına stüdyolarını açıyor.
Dallas’ın Ceyar’ından, Küçük Ev’in zavallı babası Nels’den, Manuella’nın Manuella’ından fırsat buldukça günün sanatçısı dinleniyor bir yandan da ritim tutulup eşlik ediliyor. Bu arada sağ olsun çocukken ananemin sayesinde oldukça gelişmiş bir dizi kültürüm vardı.
5 gibi Dallas başlar, 6’da Manuella karşımıza çıkardı sonrasında bir haberlere girilir ardından günün sanatçısıyla gırgır muhabbet ve müzik yapılırdı.
İşte böyle bir tek kanallı televizyonun olduğu, rating tabirinin keşfedilmediği, prime time’ın ise mesamesinin okunmadığı bir zamanda reklamcılar yaşanan bu yeni popüler kültürü kullanarak o zamanın şartlarında mükemmel bir Alo reklamı çekiyorlar.
Bir kere endorser’larımız yani ekranda bizi temsil eden halkın beğenisini toplamış kişiler başlı başına birer efsane. Yani en basitinden uyduruk bir süngerin reklamlarını bile yapsalar bu ikili bunu başarıyla yerine getirir ve sattırır bundan hiç kuşkunuz olmasın. Çünkü ortada Ajda Pekkan gibi memleketin yüreğini hoplatan bir diva, Zeki Müren gibi tartışmasız bir ses vardır. Düşünün yukarda bahsettiğim bir hayat tarzının yaygın olduğu dönemde bu iki kişinin ekranlara çıkıp gerçekten güzel bir müzik ile bir çamaşır deterjanının reklamını yapması, ajansın hedef kitleyi ne kadar etkili bir analizlemeyle sonuçlandırdığını gösterir. Çünkü çalışmada zamanının en doruk dönemlerini yaşayan sanatçılar ile televizyon kültürünün doğurmuş olduğu muazzam bir popüler kültür örneğinin iyi bir harmanlanmasını görüyoruz.
TRT’nin müzikli özel eğlence programlarında kullandığı özel set tasarımının bir kopyasının reklamda kullanılması, insanların özel olarak o ekranın başına geçmeyi bizzat kamçılamıştır. Zaten tek kanallı bir televizyonun sıkışmış programlar içerisinde insanlara bir şeyler sunmaya çalışmasında inanın reklamlarında artı bir değer katkısı olduğu kesindir. Çünkü dönemine baktığımızda reklama maruz kalma sayısı şimdilerin yarısının bile altındadır. Hele ki bu televizyon denen muhteşem kutunun içinde geçen bir şey ise kesin izlemeye değerdir :)
İşte böyle bir ortamda bu reklamın tutmaması imkansızdır.
Prodüksiyon açısından baktığımızda girişlerin gayet yerinde olduğunu kamera açılarının ise olaya bir tat kattığını söyleyebiliriz. En azından Ajda Pekkan ile başlayan reklamın bir anda geniş açıdan Zeki Müren’i çıkarması ve o güzel sesiyle reklama devam edilmesi alkışlanacak bir noktadır.
Müziğin sözlerine baktığımızda Alo kullanmanın sonuçlarını en etkili şekilde anlayabiliriz. Perdeden, kıyafetlere kadar geniş bir temizleme yetisine sahip deterjanın beyazlıkta olduğu kadar kokusunda da iddialı olduğunu çıkartabiliriz. Mesajlar hedef kitlenin ilgisini çekecek düzeyde ve açıklıkta. Bir de bunu Ajda Pekkan ile Zeki Müren’den dinleyince demeyin keyfine :)
Ayrıca packshot’da dış sesin farklı olacağını düşünürken tekrar Zeki Müren’i duymak reklamdaki bütünlüğü ve Zeki Müren’in tüketici gözünde ürünü sahiplendiğinin bir göstergesi olmuştur.
Kimilerinize oldukça geyik gelebilecek bu çalışma, her haliyle gerçek bir reklamın olması gereken tüm detaylarını bünyesinde barındırıyor. Hiç sırıtmayan, endorserlar ile mükemmel bir uyum yakalayan Alo reklamı, zamanının en iyi satışını belki de bu reklamla gerçekleştirmiştir.
İlan Gibi Reklam!
Reklama baktığımda, bundan süper ilan olur diyorum.
Aynı şekilde ilanını görseydim bundan süper bir TV reklamı olurdu, hatta öyle yaratıcı Direct Marketing ve gerilla teknikleriyle müşteriye ulaşılırdı ki sorma gitsin diyorum.
Çünkü adamlar süper bir marka yan ismi(Air) ve ona uyacak süper bir benzetme fikri geliştirmişler.
Zaten MacBook Air tanıtımında Apple’ın CEO’su Steve Jobs, “bu laptop zarfa yerleştirilebilecek kadar incedir” tabiriyle bir nebzede kampanya temasını açıklamış olmuştu.
Reklam yaratıcı bir fikir ile harmanlanmış ilan çalışması gibi; sade, açık, anlaşılır ve ilgi çekici. Boş laflar, gereksiz konuşmalar, yazılar, ıvırlar zıvırlar hiçbir şey yok. Ürün kadar yalın, ürün kadar sade bir çekim. Tek seslilik özelliği “fazla söze gerek yok lan” edasıyla kamçılanıyor.
Bizim reklam verenler olsaydı, altta bir bant yazı, üstte patlangıçlar, tiz bir sesle enerjik bir hava yaratmaya çalışan yılışık bir ses, her yerde logolar, 3.kalite kapı pazarlamacıları gibi anlattıkça anlatılan özellikler.
EEee, yeter be. Bunları yazarken bile daral geldi.
Reklam ajansının bu kadar net bir reklam yapmasının arkasındaki tek isim kesinlikle ve kesinle Apple’dır.
Çünkü adam her fuara yeni bir niche ürün ile çıkıyor.
Çünkü adam ilk olma bayrağını elden düşürmüyor.
Çünkü herkes ondan farklı bir teknoloji çıkacağına inanıyor,
Çünkü adam kült bir marka olduğu için pazarlama stratejisini çok iyi kullanıyor, mükemmel “celebrities”lerle ürün açıklanmadan günler önce kendisi hakkında yüz binlerce makale yazdırabiliyor.
Çünkü Adam Bu İşi Biliyor Arkadaşlar.
Not: İzleyemeyenler için MacBook Air’ın tanıtım videosunu da ekliyorum. Ayrıca Track Pad’e kazandırılan yeni özellikleri görünce oldukça şaşıracaksınız.
Heytt, Yaradana Kurban Olduğum, Ne Pazarlama Dehaları Yaratıyor!
İşte, reklamcılık ve pazarlama tarihinin en ses getirecek uyarlama çalışması karşınızda duruyor. Web kategorisinde en kral Kristal Elmayı, en baba Cannes Lions’u alabilecek güç ve yaratıcılığa sahip bu iş, tamamen GERÇEK ve tam karşınızda.
Bende ilk bakışta psd’ile oynanmıştır psikolojisine sahip olup, olaya biraz daha şüpheyle yaklaşsam da, yazımın sonunda vereceğim linke girerek gerçek olduğuna inandım ve o süre boyunca zorla tuttuğum kahkahaları kusurcasına dışarı boca ettim.
Okudukça gülüyorum, okudukça keyfime keyif katıyorum.
Hayır, işin bir diğer ilginç boyutu, haberi okuduğum gazetenin sürekli bahsettiğim konu olan, markanın yer alacağı ülkedeki Demographic yapısının önemi başlıklı pazarlama stratejisine kendince cevap araması.
Orijinalinde, annenin vesile olduğu kıvrımların doya, doya çalkalanması yani bir nevi hareket özgürlüğüyle sporun harmanlanmasını anlatan başlık, Türkçe uyarlamasına gelince farklı yaratıcılığa sahip bir üsluba bürünüyor.
Laf, kalıp olarak Amerikan dilinin sürekli kullandığı hafif argoya kaçan, fakat ton bakımından sokaktaki insanların yoğunca kullandığı bir terminoloji ile olunca herhangi bir sorun doğurmuyor. Çünkü başlık bir nevi Amerikan tarzını yaratıyor.
Geliyoruz Türkçe versiyona.
Marka, mevcut sitenin farkı dil seçenekleriyle tek bir database üzerinden hareket etmesini istediğinden, her çalışmanın Türkçe uyarlamasını yapmak zorunda kalmış. Hem ürün tanıtımı hem de yaşanan dil problemleri için büyük bir sorun oluşturan bu sistem, çoğu marka tarafından benimsenmemektedir. Çünkü tek web sitesi üzerinden ilerleyen bu sistemde yer alan ayakkabıların çoğu İngiltere’de olabilirken Türkiye’de olamayabiliyor. Amerika’da olabilirken tekrardan Türkiye’de olamayabiliyor. Yani sezon koleksiyonları dünyanın her ülkesinde aynı değildir. Türkiye Nike, Amerika’dan gelen kataloglarda hangi ayakkabının bizim pazarımızda daha çok satılacağını baz alarak alım gerçekleştirir. Buda koleksiyon farklılıklarını otomatikman değiştirir.
Diğer bir sorun ise uyarlamalardaki dil problemidir.
Artık bu uyarlamaları Nike’ın reklam ajans’ımı Nike Türkiye’nin merkez ofisi mi yapıyor bilemeyeceğim (reklam ajansı yapar ama revizyonu marka verir) ama gerçekten Amerikan üslubundaki “anne” tabirinin Türk, örf ve adetlerine uygun kaçmadığını düşünerek “yaradan” şeklinde uyarlanması çığır açacak bir yaratıcılık örneği olarak tarihe kazınır. (iltifat tadında yerme yapıyorum)
“Anne” olmaz çünkü bizde kutsal değerlerden birisidir. Yakışmaz.
“Doğa’nın” dersek bu sefer dinsiz oluruz. Yemez.
Immm
“Yaradanın” diyelim. Al işte tam Türk üslubuna göre nasıl olsa “Yaradana kurban olduğum, ay parçası gibi maşallah” gibi hazır tabirler varken bunu neden kullanmayalım ki?
Valla bravo, işte budur.
“Yaradanın Verdiklerini Çalkalamaya EVET”
Yürü beee. İşte budur. Görüp görebileceğiniz Demographic yapıya göre uyarlanmış en iyi başlık. :) Gazetelerden bir tanesi bu konuya şu şekilde bir yaklaşımda bulunmuş. “Son yıllarda artan muhafazakar kesiminin ağırlığı, markaların bu şekilde bir üslubu benimsemesine neden olabilir”. :)
Tabi bu da ayrı bir komedi. Ama sonuçta insana ucundan da olsa neden olmasın dedirtecek etkenlerin arasında yer alabilecek bir sebep.
Benim ilgimi çeken tek olay şu.
Başlıklardaki orijinal metnin Türkçe uyarlamaları, Demographic araştırmalara, ülke alışkanlıklarına ve kullandığımız dil tarzına uymuyorsa; neden başka başlık alternatifleri üzerinden ilerlemiyor? İlle de ben lolipop isterim edasında çocuk ısrarcılığı yapılıyor. Olmuyor kardeşim işte. Kıllı bacaklı maço bir delikanlının İskoç etiği giymesi kadar zorlama bir durum bu.
Daha fazla kasıpta komik olmak, yeni bir mazoşist akım mıdır?
Ajans Kendi Reklamını Nasıl Yapar?
Ahanda böyle güzel bir işe imzasını atarak yapar.
Konuya direk yapılan çalışmanın kriterlerinden bahsederek değil de ilk olarak ajans ve diğer yeni açılan veya ben yaratıcıyım diye geçinen önceki konu başlıklarımda yazdığım ajans türlerinin bir karşılaştırmasını yaparak başlayacağım.
Gördüğünüz çalışmayı Kromozom adında yeni bir reklam ajansı yapmıştır. Çalışmayı yapanların dışında ajans hakkında herhangi bir bilgi sahibi değilim. (Mutlaka bir web sitesi yapmaları lazım) O yüzdendir ki direk başlığımla doğru orantılı olarak konuyu ele alacağım.
Belli ki yeni açılmış bir ajans, belki de Türk reklam sektöründe hizmet veren yüzlerce ajanstan sadece biri. Ama şu bir gerçek ki yaptığı iş gerçekten çok iyi. Önceki konu başlıklarımdan olan “Artık reklam mesleği OUT olmalı” yazımdaki bazı ajans teranelerinin “sektörün yaratıcı ajanslarından” gibi bir söylemle yumruklarını boşa sallamalarına neden olacak, şapka çıkartılacak ve ispat gösterilebilecek nitelikte bir iş. Marketing Türkiye’ye MediaCat’e yapılan gereksiz basın bültenlerinde kendileriyle yakından uzaktan alakası olmayan sıfat tanlamalarını kullanan ve bunun üzerine gerçekten ufak ayak işleri dışında bir işe imza atamayan “ulan ben bunu çalıştığım ajanstan istersem gülerler bana, bulalım ufak tefek bir yerde bütün gereksiz işleri onlara yaptıralım” mantığına sahip bir iş yürütme şekline onay verip bu benim referansım diye gösterip “sektörün büyük isimlerine hizmet veren” gibi bir son vuruşla kendi egolarını tatmin edeceklere söylenecek en iyi cevaptır.
Yapsan böyle birkaç iş hadi deriz gene çabalıyor, sağda solda taktir topluyor, yabancı sitelerde 5 üzerinde 4.50 oranında oy alıyor. O da yok.
Sadece laf, laf, laf.
Bizim reklam sektörü sıfatları kullanmayı çok iyi biliyor ama sadece lafta biliyor.
Bir reklam ajansının en etkili tanıtımını yaptığı işleri gösterir.
Sektördeki değerlendirilmesi, müşteriye sunduğu kolunun altındaki sağlam portfoliosu, araştırma sonuçlarından elde ettiği etkili reklam sayısalları onun gücüne güç, marka değerine ise anlam ve önem kazandırır. Yoksa dergilere basın bülteni geçmek ve sıfatlarla oynamak hiçbir ajansı yaratıcı kılmaz.
Onlar, reklam sektörüne ve belli bir hedef kitle okuyucusuna hizmet veren birer yayın organıdır. Tıpkı otomobil sektöründe yer alan yedek parça aksesuar tanıtımını yapan dergiler gibi. Yani kimlerin basın bülteni yazdığı umurlarında değil, çünkü yapmadıkları zaman reklam sektöründe ayrımcılıkla suçlanırlar.
O yüzdendir ki yazdıklarımda, iş görmeyi ve sıfatlarla fazla uğraşılmaması gerekliliğini bastıra, bastıra söylüyorum. Ha, senin umurunda olmayabilir. İnan sen de benim umurumda değilsin. Benim karşı çıktığım şey iş ahlakının ve gereksiz söylemlerin hala görünür olmasından kaynaklanan göz yorgunluğuna isyan etmem.
Bak Kromozom yapmış babalar gibi. Böyle düzenli olarak dört, beş iş çıkarsa birazda TV’lere geçse o zaman haklı olarak o sıfatları yanına yakıştıracaktır.
Ortada gerçekten iyi işleyen bir strateji olduğu kesin.
Bu strateji nedir derseniz, sosyal sorumluluk alanında çalışmalara imza atan topluluğa hizmet vermek diyebiliriz . Her ajansın büyük küçük fark etmez müşterilerinin içinde en az bir tane bu tarz kurumlar olmalıdır diye düşünüyorum. Çünkü bu tür kurumlara yapılan işler destek adına yapıldığından ve hiçbir şekilde maddi kazanımlar üzerine kurgulanmadığında çok daha geniş açılı fikir alanlarına sahip olabilirler. Esnektirler bir nevi.
Bu tarz kurumların oluşumlarında ve destekleyicilerinde politikadan, sanata çok farklı meslek kartelasından insanlara rastlanacağından bir takım yayın hakları gibi avantajlı koşullardan da yararlanılabilir.
Örnek; Ka-Der (Kadın adaylarını destekleme ve eğitme derneği) için seçimlerden önce yapılan çalışmalarda iş hayatının ünlü isimlerinden sanat camiasına kadar tüm etkili yüzler kullanılmış, billboard, gazete vb mecralarda ücretsiz yayın hakları kazanılmıştır. Bu da yapılan işin daha çok gözler önüne çıkmasını ajansın daha da isimleşmesine büyük katkıda bulunmuştur.
Ha tabi şöyle bir durum var ki küçük çaptaki ajansların böyle bir itici güce daha çok ihtiyaçları vardır. Yoksa TBWA’in kendini tanıtmak gibi bir derdi olamaz.
Bu toplulukları iyi kullanan küçük ajanslar, kreatif grubun içerisinde yaratıcı süreci daha verimli bir hale getirip, düşünce bazlarını daha yukarı seviyelere çıkartabilirler. Kromozom bu durumu bence çok iyi kullanmış, hatta bilinirliği Türkiye’de zayıf olan bir organizasyon için etkili bir çalışma gerçekleştirerek varlığını göstermiştir.
Öğrenci arkadaşlar yukarda bahsettiğim çalışma stratejisini sadece ajanslara bazında değil aynı zamanda herhangi bir firmanın marka olma yolunda atması gereken adımlar olarak da benimsemesi gerekir.
Mesela en popüler örneklerden biri olan Body&Shop’un doğal ürünleriyle birlikte harmanlanmış sağlam bir Doğa savunucusu olarak Greenpeace ve WWF ile ortak çalışmalara imza attığını hatta Allah rahmet eylesin kurucusu Anita Roddick’in direk olarak yürüyüşlere katıldığını gösterebiliriz.
Önemli şeyler bunlar.
Neyse, işin yaratıcı bölümüne gelirsek gerçekten böyle vahim bir durumun ilk bakışta bu kadar soft, fakat sonrasında gelişen anlam sürecinde birden tokat yemiş gibi vurucu bir ifadeyle içerde fırtınalar koparması işin mükemmeliyetini ortaya koyuyor.
Fotoğrafın patlaması biraz düşürülebilirdi desem de durumun vahameti bakımından gerçekleri bütün çıplaklığıyla sunanın bu patlama olduğuna kanaat getirdim. Body copy’si fotoğrafın iki anlamını mükemmel bir şekilde dile getirmiş.
Uzun zamandan beri görmediğim güzel bir ajans çalışması olmuş.
Name yapanlara da kıskanılacak bir iş olduğunu söylemeden edemeyeceğim.
Sıfatlarla bezenmiş boş basın bültenleri değil, yaptığınız işler sizi konuşturur.
Advertising Agency: Kromozom, Istanbul, TurkeyCreative Directors: Halil Barutçu, Banu AnbarciArt Director / Illustrator: Gürkan BayindirCopywriters: Tolga Güleç, Ozan BeyazkilinçPhotographer: Ahmet Tozar
Yeni Çağın Mitolojik Tanrıları!
Gerçekten çok iyi bir alternatif Açıkhava çalışması daha.
Bu fikre yakın bir çalışmayı eski ajansımın müşterisine alternatif fikirler başlığında yer vermiştim. Fakat bilindik bir son olan Kreatif Direktörün konuyla alakasız yorumları ki ben buna cesaretinin olmadığına bağlıyorum, açıklama fırsatı olmamıştı.
Gel gelelim daha sonra bu çalışmayı doğa üstü yeteneklere sahip mükemmel ellerden çıkan çizgilerle bir tavanda görmek gerçekten insanı mutlu ediyor. Açıkçası insana kişisel ego tatmini yaratıp, “ulan harcanıyoruz buralarda varsın olsun yurtdışına çıkalım” gibisinden bir gaz ile insanın kendini mutlu etmesini sağlıyor.
Bunu sözle değil icraatla gerçekleştirmiş, Türk reklam sektöründe umduğunu bulamayan ve bu bahaneyle yurtdışında harika işlere imza atmış bir çok Türk reklamcıya kendi kendime imrenerek tekrardan şapka çıkartmak istiyorum.
Markamız Adidas.
Lansman ürünü ise +10 dedikleri yeni teknolojiyle bir araya getirilmiş top ve ayakkabı serisi. Yalnız burada bir şeye deyinemeden geçmeyeceğim, bilirsiniz her dünya kupasında o şampiyonaya özel bir top tasarlanır ve bu topun sürekli TV’lerde yapım ve gelişim süreci anlatılır. Dikkatimi çeken şey ise, bu tanıtımlarda sürekli olarak topun dikişsiz, özel bir deri ve kauçuk bileşiminden, hafif olmasından ve en son her vuruşa özel bir aerodinamik yapıya sahip olduğu anlatılır. Yıllardır hep aynı teknik gelişimlerden bahsedilir durulur. Ama ben açıkçası burada bir türlü öbür yıla oranla uçmuş bir teknoloji görmüyorum. Ya bu toplar her sene biraz daha hafifliyor, ya da her sene daha da canlı bir ruha bürünüp kendi kendine “ımmm buraya falsolu gitmeliyim” telkininde bulunuyor.
Yani açıkçası bence o kadar fazla değişen bir şey yok. Ortada bir “Celebrities” var ve buna en uygun haberleri bu şekilde düzenleyip heyecana farklı bir deneyim katıyorlar. Yoksa top aynı top. Bir dış tasarımı değişik o kadar. (Nerden biliyorsun diyenlere iki şampiyona arasındaki topları karşılaştırmalarını öneririm. Bende ikisi de var ve birbirlerinden hiçbir farkları yok)
Gene uçtum özür dilerim konuya dönüyorum. Çalışma markanın memleketi Almanya’nın Hamburg şehrinde bir terminal tavanında canlandırılıyor. Uzunluğu 40 genişliği ise 20 metre olup 40 günde Felix Reidenbach tarafından yapılıyor.
Fikrin çalışmaya kattığı güç mitolojik renkler ve çizgiler.
Çünkü kullanılan ton ve kendine has çizgiler, İtalya’daki ünlü Leonardo Da Vinci’nin eserlerini, eski yunan mitolojisindeki tasvirleri ve ucundan azıcık katedrallerin o büyülü atmosferini yaratıyor. Bir kere bu seçimler marka için kesinlike doğrudur. Çünkü bu saydığım tarzların üslupları sürekli bir hikayeyi, bir yaşanmışlığı, bir efsaneyi, bir hareketliliği canlandırmaktadır. O yüzden de futbolcu arkadaşlarımızın gökyüzünde bulutların arasında voleler, röraşatalar çekmeleri aynı üslubu tekrardan yaratmaktadır.
Kesinlikle alışılmışın dışında, kesinlikle farklı bir mecra ve kesinlikle çok dikkat çekici ve renkli. Ayrıca yeri de öle küçük görülecek gibi değil. Bir terminal olması oranın en kötü günde 20.000 bin kişiye ev sahipliği yapması demek. Bide işin en güzel yanı adamın terminalin küçücük, yarı yanıp sönen bozuk raketlerine tamah etmemesi ve eşek kadar tavana markasını bütün renkliliğiyle yerleştirmesi.
Kutluyorum.
İlistrasyondaki futbolcuları merak edenlere: David Beckham, Zinedine Zidane, Raul, Kaka, Nakamura, Lukas Podolski, Lionel Messi, Juan Roman Riquelme ve Djibril Cisse.
Kurgunun Fikre Etkisi
Çalışma sadece ana fotoğraftan oluşmuş gibi gözükse de (aktivite içerisinde yer alan bir kadın)içinde barındırdığı kurguyu yaratan sağlam bir imgenin varlığı, söylediğimiz bu açıklamanın aslında bir algı yanılması olduğunu bizlere gösterir .
Resim ve fotoğraflardaki imgeler illa 3.bir şahıs veya hareket halindeki bir şeyden oluşmaz. Bunun için fotoğrafa farklı anlamlar yükleyebilecek bir erkek donu bile bu işi layıkıyla yerine getirebilir. Zaten anlam çelişkileriyle birlikte fikrin ince ayrıntısını, erkek donunun kimin üzerinde olduğu gösterecektir.
İmge; tema, mesaj ve brief doğrultusunda işini başarıyla yerine getiriyor.
1. ana fotoğrafın aslında göründüğü gibi olmadığını apaçık dile getiriyor.
2. verilen mesajın zeminini hazırlıyor.
3. marka, mesaj ve fikrin bir bütün olarak algılarda birleşmesini ve ortaya çıkan ilanın birden yaratıcılık parıltılarıyla göz kamaştırmasını sağlıyor.
Fotoğraflar “Fashion” bir kalitede çekilmesiyle birlikte (yani bir Harvey Nichols logosunu koyarsak kalite bakımında sırıtmayacak) iç çamaşırı, kadın ve erkek betimlemesinin bir hikaye içinde derlenmesi, olaya mükemmel bir boyut ve gerçekten kaliteli bir prodüksiyonu hak edecek bütçeyi hazırlatıyor.
Kurgu şahane, geliştirilen konsept ve ışıklar mükemmel.
Fotoğraflar Rasmus Mogensen ve Morten Laursen ikilisinden oluşuyor.
Bu tarz bir işin anlattığım şekilde gerçekleşmesi bu arkadaşların moda fotoğrafçılığından gelen bir tecrübeye sahip olmaları gösterilebilir.
http://rasmusmogensen.com/index.html
Ah Mao, Vah Mao!
Devlet adamlığı gerçekten zor iş. Hele ki bazı noktaların uçlarındaysanız, hem kendinizi muhaliflere karşı korumaya, hem de sizi yıkmaya and içmiş yabancı güçlere karşı ayakta kalmaya çalışırsınız.
Politik bir fikir yazısı değil bu. Yoksa durup ta Mao’nun 1945’li yıllarda yürütmüş olduğu politikanın, doğurmuş olduğu devrimleri(!) tartışmayacağım. Sonuçta büyük ses getiren, komünizmin korkulu yayılışı ve ona karşı yürütülen kapitalist argümanının ayakta kalmasına yönelik, belki de Mao’nun yaptıklarından beter planları teşkil eden “Size Özgürlük Getireceğiz” masalları tadında çıkartılan iç savaşlar bence diğerlerinin yanında daha rezil durur.
Off, neyse ya nerden nereye. Uzatmayacağım diyorum her seferinde ama kendimi alıkoyamıyorum.
Gördüğünüz, Citroen’in yapmış olduğu bir ilan çalışması.
Olay kısaca Çinli dostlarımızın şaşı bak şaşır şekilde tasvir edilmiş Mao görselinden rahatsızlık duymaları ve bunun üzerine yaptıkları şikâyetler ile ilanın Citroen tarafından bir özür dilemeyle birlikte yayından kaldırılması. Çalışma Fransa’da yayınlansaydı “eyvallah” çekilme oranı daha yüksek olacakken gelmişler bunu İspanya medyasında harcamışla o da ayrı :p
Başlık ve body copy; Sezar'ın hakkı Sezar'a' … ‘Bu doğru biz lideriz ama Citroen’de devrim hiç bitmez” Yani burada Çinli dostlarımız resmen ta…oğlanına dönmüştür J
Adamlar Mao’nun şaşı bakışlarının yanında bebeksi bir dudak bükmesine mi üzülsün, inandıkları devrimlerin tamamen fos olduğunu ima eden slogana mı üzülsün, tam bir keder ve dışlanmışlık deryası.
İşin dalgası bir kenara asıl burada söylemek istediğim reklam çalışmalarının demographic yapılara göre daha dikkatli hazırlanması gerekliliğidir. Öğrenci arkadaşların okulda aldıkları Marketing giriş derslerindeki Demographic araştırmanın önemini bu örnekle daha iyi kavrayabilirler. Ürün veya hizmetin gerçekleştirilecek kampanya çalışmalarından önce mutlaka nasıl bir kültüre, hangi millete, hangi ülkeye, hangi geleneğe, hangi göreneğe, hangi ahlaki değerlere, hangi değerlere hitap etmesi gerekliliğini çok iyi kavraması gerekir. Duştan sonra çıplak tenine krem süren bir kadını Suudi Arabistan’da nasıl yayınlayamayacaksan, birileri için çok büyük öneme sahip (ki nüfusu 1milyar kişiyse durup düşünmek lazım) rol modelleri veya liderleri aynı hassasiyetle yaklaşıp markanın itibarını zedelememelisin. Çin’de Citroen var mı bilmiyorum ama artık şu bir gerçek ki ilk tercih markası olmayacağı kesindir. Diyeceksiniz ki İspanya’da yayınlanan bir ilan zaten oranın halkını hedefler, ne diye 1 milyar nüfuslu Çin’i bu işe karıştırıyorsun?
Farz edelim ki, kesinlikle yanlış anlaşılmasın Mao’yla bir tuttuğum için değil tamamen örnek vermek adına; Atatürk’ün yurtdışında absürt bir şekilde reklama maruz kalması oradaki Türkler dahil buradaki bizleri de etkilemez mi?
Ben açıkçası bu tür reklamlara dar açıyla bakan bir insan değilim. Bence yapılan iş mükemmel, sloganıyla gerçekten cin bir fikri temsil ediyor ama gel gelelim herkes bir reklamcı gibi olaya aynı bakış ve süzgeçle bakamaz ve her marka bu riski göze alamaz.
Alanda Özür Diler oturur!
Yahoo Direniyor!
Yok, durumu kötü değil, ama en azından eski pazar payı oranlarının çoğunu Google’a kaptırmanın vermiş olduğu sıkı rekabetin heyecanını damarlarına kadar hissediyorlar. Sonuçta Google’ın birden ortaya çıkan popülaritesini henüz kesebilmiş değiller.
Yahoo, akıllıca davranıp rakibinin sunmuş olduğu ve her gün artma özelliğine sahip posta yedekleme kapasitesini sınırsız yaparak hizmet de öne geçerek bir manada eski ilgiyi tekrardan kazanmaya başladı.
Her ne kadar arama motorlarında Google tercih edilse de, Yahoo sunduğu e-posta hizmetindeki yenilikleri ve farklılıklarıyla bir basamak öne geçti.
Bir markanın rakiplerine karşı atacağı adımlarda ilk yapması gereken şey reklam ve tanıtım değil, tamamen sunduğu hizmet veya ürünün ne kadar yeni ve faydalı bir karaktere sahip olduğuna inanmasıdır. Zaten reklamın görevi de, markanın rakiplerine karşı çıkardığı yeniliğin ve faydanın tanıtımını sağlamaktır.
Bu maksatla da Yahoo, sınırsız e-posta hizmetinin yanı sıra geliştirilmiş spam ve virüs filtrelerinin tanıtımını yapmak için (yani tüketiciye sunduğu faydanın tanıtımı için) testimonial tadında bir kampanya çalışmasına gitmiş.
İşler oldukça temiz ve sade. Ortalama bir yaratıcılık düzeyine sahip reklamlar gelişen olaylarla renklendirilmiş durumda.
Aslında baktığımızda yaşananların gerçek hayattan bir kesit olabileceğini görebiliriz. Hele ki spam postalar yüzünden karısıyla papara olan adamın durumu oldukça vahim.
:)
Oh Be En Sonunda!
Bu reklamı izleyince derin bir oh çektim.
Nedendir diye merak ediyorsanız, son zamanlarda popüler hale gelen şirin çocuk istismarının kullanılmaması, acıtasyon saçmalıklarıyla donatılmaması, milliyetçilik damarının sıkılmaması, boş felsefelerin öğütleyici tavırlarına tamah edilmemesi gibi şeyleri sıralayabilirim.
Sade bir fikrin sağlam prodüksiyon ile güzel bir şekilde anlatımını görmek beni mutlu etti. Aklınızda, markanın sunmak istediği mesajın aşağı yukarı böyle bir çalışmayla anlatabileceği fikri belirse de bu yukarıda saydığım etkenler hemen, hemen çoğu reklamda marka ve mesaj gözetmeksizin sürekli kullanılan bir teknik haline geldiği bir alışkanlıktır. Hayır, gerçekten bu reklam için saydığım tarzda bir şey görseydim inanın şaşırmazdım.
Turkcell’in “İyi ki varsın futbol” sloganıyla her seferinde farklı bir reklam çalışmasını ekranlara getirdiği kampanya, son prodüksiyonuyla futbol izleyicilerinin değil, futbol çarkının dönmesini sağlayan bireylerin şenliğini kullanarak aslında onlarında birer futbolsever olduğunu anlatan çalışmasıyla daha iddialı ve yerinde bir fikirle ortaya çıktı.
Önceki reklam çalışmalarında direk izleyici ve taraftar kitlesini kullanan ajans, şimdi farklı bir taraftan yaklaşarak aynı mesajı öncekilerden daha eğlenceli bir şekilde veriyor. Çünkü futbol temasını işleyen her ajans fikir bazında 7,den 70,e top oynayan, artistik hareketlerle ilginç bir gole imza atan o bilindik prodüksiyonlardan vazgeçmiyor, markalarda nedense artık klişe olmuş bu çalışmadan sıkılmıyordu.
Reklam farkına varmadan böyle bir klişeyi bertaraf ederek bence ilk amacına nail oldu. Diğer açıdan boya markalarının boyacıları hedef alarak giriştiği doğru stratejiler üzerine oluşturulmuş reklamları gibi futbolun taraftar dışındaki birey maestrolarını kullanması farklı bir bakış açısını kazandırdı.
Prodüksiyonda ise, taze ve sade fikrin en iyi şekilde temsil edilmesine gayret sarfedilmiş. E kolay değil, cast’taki tiplere uygun ağız yapılarını arayıp, bulup, açılara göre çekip yerleştirmek ve o senkronizasyonu başarılı bir şekilde tutturmak.
Reklamın izlenebilirliği gerçekten yüksek. Çünkü her frame’den sonra acaba bu sefer kim ne söyleyecek merakını taşıması, reklamın kitlelere tam olarak ulaşmasını sağlıyor.
Yanlış VAR ama NEREDE?
Bir türlü bu reklama ısınamadım.
Önemli olan benim ısınıp ısınmam değil tabi, ama markanın hedef kitlesinin benim gibi insanlardan oluştuğunu düşününce, aynı fikirde olan çok sayıda birilerinin! olabileceğini tahmin edebiliyorum.
Repliklerin ve senaryonun, bana sunmaya çalıştığı mesajı yetersiz ve hiçte komik olmayan bir zorlamayla sunmaya çalışması, gerçekten bir şeyler var ama ne soruma cevap verebiliyor.
Bir kere eski reklamcılardan olan Gülse Birsel’in böyle kötü repliklerden oluşmuş bir reklamda oynamayı kabul etmesi ilginç ki o yazdıysa bilemem (ki, onun tarzı gibi).
E, markanın bütçeyi sorun edeceğini de düşünmüyorum zira Gülse Birsel bütçenin en ağır topudur. Peki, bu şartlarda neden bir Lansman çalışması bu kadar zayıf mesajlar içerisinde bu kadar ışıltısız, etkisiz ve sönük oluyor? Diyeceksiniz ki Lansman çok iddialı bir laf. Evet, ben ve tüm hedef kitle için Whirlpool’un mağazalara tekrardan “ben buradayım, farkıma varın” demesiyle çıkması bir lansmandır. Çünkü Whirlpool tüketicilerin gözünde bilinmeyenli bir denkleme sahip. O yüzdendir ki iddialı bir Lansman çıkışı en azından markanın yeni ve sağlam bir imajla hedef kitle algısında yer edinmesini sağlayabilir di !!!
Reklamın satış mesajları çok zayıf, senaryosu ise tam bir felaket. Esprili replikler olayı örtbas etmeye çalışsa da mafişşş. (gülenler varsa da gerçekten espriden anlamıyorlardır). Lansmanın hiçbir beklenti ve ihtiyacını karşılamayan bu çalışma yanlış medya planlamasıyla da bırakın hedef kitleyi, herkesten tamamen uzakta…
Alâmetifarika Markalar: Starbucks
Efendim, uzun zamandan beri işlerin yoğunluğundan blogum’a yeterince vakit ayıramıyordum. Hatta yeterince gibi bir zaman ve eylem ritüelini birleştiren kelime kullanmaktan ziyade “hiç” ayırmıyordum demek daha doğru olur.
Neyse o dönemleri biraz atlatmanın verdiği rahatlık ve dingin bir psikoloji ile tekrardan aklıma gelenleri, sinirlerimi bozan veya kıskandıran işleri size sunabilirim. En azından sizin için ne kadar önemli bilmem ama “bakalım bu sefer ne demiş” dürtünüzü ortaya çıkarmanız hoşuma gidebilir.
Geçen gün tuvalette “duyular ve markalar-Martin Lindstrom” kitabını okurken birden aklıma reklam çalışmalarının dışında pazarlama dünyasına ait görüş ve gerçekleri sunma fikri geldi. Bu maksatla da beğendiğim, taktir ettiğim, stratejisinden, marka değerine kadar sunduğu başarılarla hedef kitlelerinde bağımlılık yapmış Alametifarika markaları ilimim ve okuduklarım ile elimden geldiğince anlatmaya çalışırım gazına geldim. Gerekli, gereksiz herkes konuşup bu işi yaparken bana bok yemek düşmez.
Ayrıca bu bölümün reklam ve halkla ilişkiler okuyan öğrencilere gerçekten yararlı olacağını düşünüyorum ve hayırlı uğurlu olsun diyerek ilk Alametifarika markam olan Starbucks’la konuya sağlı sollu girişiyorum.
İlk olarak ufak bir sözlük manasına gelecek genel bir bilgi vermek gerekirse, 1971 yılında öğretmen Jerry Baldwin ve Zev Siegel ile yazar Gordon Bowker tarafından açılmıştır. Daha sonra bu elemanlar Peet’s Coffee and Tea mağazasını alınca markayı yatırımın kaynaknakçısı paranın babası geri plandaki yeşil güce Howard Schultz’a bırakmışlar. Kim bilir neler oldu da aralarında herifler arkalarına bakmadan bırakıp gittiler J Fakat işin ilginç yanı bu abinin işleri yolunda gider ve mağaza sayısını ülke içinde arttırmaya başlar. Tabi Allah yürü ya kulum dedi mi fırsatı kaçırmamak lazım, Schultz abide bunun farkına vararak yurtdışındaki ilk mağazasını Tokyo’da açar.
Zaten geriside çorap söküğü gibi gelir. 10,595 bölge ve 30 ülkede kahve dükkanı açar. Mayıs 2003 itibariyle dünya üzerindeki toplam kahve dükkanı sayısı 6.400 dür. 2003 yılı içerisinde de Türkiye’deki ilk mağazasını açıp bizim piyasacı gençliğimizi mutlu etmiştir :)
Marka değerini ve benim marka üzerindeki belli başlı gözlemlerimden önce eskiden ağır bir Gloria Jeans hastası olduğumu söyleyebilirim ki anlatacaklarımın gerçekçiliği gümbür, gümbür hissedilsin.
İlk olarak fark ettiniz mi bilmiyorum ama, fastfood mantalitesini yaratan ve bunu tüm dünyaya pazarlayan Amerika ilk defa farklı bir konsept ile farklı bir lezzeti dünyaya sunmaya başladı. Kahve ve yan ürünlerinin bileşimlerinden ortaya çıkan farklı lezzet ve menüleri bir marka altında birleştiren ve yeni bir fastfood kategorisi açan bu durum artık sıkıcı Mc Donalds, Arby’s, Burger Kıng vb markaların efsanelerinden bizi kurtarmıştır :)
Bu yenilik kendini ilk olarak rengi ve logosuyla gösterdi. Renk kartelâsında ki bu nezih, zengin, kaliteli yeşil bildiğim hiçbir yiyecek veya içecek markasında kullanılmadı. Logodaki esrarengiz denizkızı, aynı kategorideki hiçbir markaya yakışamazdı. Gerçekten tasarım olarak mükemmel parçalara sahip bir logo. Kendini her konumda hatırlatacak, “aaa bu Starbucks” dedirtecek özelliğe sahip.
Çıkar yazıyı, kim bu? Starbucks
Çıkar denizkızını bırak yeşil çemberi? Starbucks
Sadece yeşil renk bile artık bize Starbucks’ı çağrıştıracak güçte.
İşte olması gereken logonun ilahi gücü. Tasarlayacaksan böyle bir logo, markanı emsalsiz göstermek istiyorsan böyle brief yazacaksın. Parçalandıkça seni anlatabilmeye devam edecek.
Peki uyuma ne demeli, markanın her parçasının birbirine olan sinerjisi.
Dandirik, geri dönüşümlü kağıt bardaklardaki cümbüşler, grafikler, renkler ve kimlik uyumu. Outlet ürünlerindeki tasarım ve gene aynı parçaların birbirine olan sinerjisi. Hepsi birbirine gerçekten çok yakışıyor. Her mağazaya gittiğimde oradaki bütün termoslardan ve özel bardaklardan almak istiyorum. Çünkü kimliğine uyan hoş tasarımlara sahipte ondan, çünkü evde orda burada dururken hoş bir görüntü taşıyacak kabiliyete sahipte ondan.
Mekan tasarımları ise aynı gibi duran farklı bir alem. Taksim’e de gitsen Caddebostan’a da gitsen aynı renkler aynı mobilyalar. Fakat burada fark yaratan ne diye sorarsanız, her Starbucks’ın kendine özel ve güzel mutlaka bir köşesi olmasıdır diyebilmem. Bunu yaratabilmeleri benzerliklerin içinde farklılığı doğuruyor. Mesela Caddebostan Starbucks’ın balkonu ve oralara yerleştiren ikili tahta koltuk takımları şahane hele yazınki keyfi muhteşem. Ya, Bebek Starbucks! Dünyadaki en iyi Starbucks mağazası yarışması olsa Bebek açık ara birinci olur. Eşsiz boğaz manzarasının tadını çıkarttıracak ucuz bir mabet.
Peki, adamların hızına ne demeli.
Benim kendimce bir kuramım var. Adamlar Türkiye dahil olmak üzere tüm dünyada kahve, sohbet, buluşma, lezzet, gibi tanımlamaların birer Starbucks mottası olarak akıllarda yer edinmesine çalışıyorlar. Hani o dalga geçtiğimiz 100 mt. sonra başka bir Starbucks mağazası geyiği vardır ya tamamen bu amaca hizmet eden bir mantalitenin çalışmasıdır. Yoksa her mağazası kar sağladığından değil. Tamamen insanlara gidecek başka yer bırakmama, insanların bu saydığım tanımlamaları eninde sonunda Starbucks’da yaşanmasına gösterilen gayrettir. Ha, bu bizler için iyi midir? Tabiî ki de değildir. O zaman farklı olanı biraz daha geç keşfeder, hayatımızı rutinleştiririz. Fakat marka için bakarsak paha biçilemez bir pazarlama başarısıdır. Çünkü o tanımlamaların markası olmuştur. Tanımlamalarda yaşanan anıların, hatıraların birer markası haline gelmiştir. Israrcıdır, küreselleşmenin getirdiği tek düzeliği pekiştirir ama kurumsal başarı olarak tarihe de kazınmalıdır.
Markanın sunduğu bu ısrarcılık aslında sizi içten içe ona yönlendirir. Bunun seçimini yapmak size kalır ama gel gör ki mağazanın önünden geçerken burnunuza gelecek enfes kahve kokularını görmezden gelirseniz bunu başarısınız. Çünkü bu da sizi kafeslemek için kullanılan son silahlardan birisidir ki koku kişinin oraya yönelmesini sağlayan ilk etkidir.
Daha fazla yazım uzamasın diyerekten son bir şeye deyineceğim. Starbucks ağızdan ağza reklamı en etkin kullanan markadır. Zira ben şu ana kadar ne bir ilan ne de farklı bir mecra kullanımı gördüm. (ağaçlara ışıklı bardak asmanın dışında, satış reklamı ebabında)
Bunun en büyük kanıtı olarak bir gün bir arkadaşımın gel Gloria’ya değil de Starbucks’a gidelim deyip “vazgeçemeyeceksin” tamlamasını bana söylemesini gösterebilirim :)